23 Kasım 2015 Pazartesi

SİNEMANIN DOĞUŞU ve FİLM KURAMI

     
     İletişim, canlılar için vazgeçilmez bir içgüdüdür. İnsanlık için ise bir ihtiyaçtır. İletişim, mesafeler arası bir paylaşım olabileceği gibi kuşaklar (zamanlar) arası bir paylaşım da olabilir. İnsanlık tarihinde zamanlar arası iletişimin sağlanması için kalıcılık önemli bir kavramdır. Kalıcılık ise sanatla mümkündür. Örneğin mağara duvarlarında bulunan şekiller, o çağlardan günümüze iletişim kurulmasını sağlayan birer araçtır. Bu araçları sanat olarak kabul etmek tartışılsa da her şeyin bir başlangıcının olduğunu düşünürsek, bu kalıntıların da sanatın başlangıcı olduğunu kabul edebiliriz. Belki bilgi bırakmak için belki de sadece eğlenmek için bırakılan bu eserlerin oluşumundaki insan psikolojisinin derinliklerine inelim.

     Büyük sinema kuramcılarından Andre Bazin’in (1918-1958) de dediği gibi; “Mısır’daki mumyalar aslında insanların ölüme karşı çıkışlarının bir yansımasıdır.” Ölümün fizyolojik etkilerini (artık nefes almamak, bilincini kaybetmek, çürüyüp gitmek vb.) bir kenara bırakırsak ölümün asıl korkutucu tarafı bir gün tamamen unutulacak olmamız, ismimizin dahi kimse tarafından anılmayacak olmasıdır. Her canlı için ölüm kaçınılmazdır fakat fikirler, eserler insanlık tarafından değer gördüğü müddetçe sonsuza kadar kalıcı olabilirler. İyi bir eser bıraktığımızda o eser, fikirlerimizi, yaşadığımız çağda dünyayı nasıl gördüğümüzü, neler düşündüğümüzü bizden yıllar sonra yaşayacak nesillere aktaracaktır.
  Sanatın büyülü yanlarından biri de, teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin insanın bir eser bırakmaktaki içgüdüsünün değişmiyor olmasıdır.  Teknoloji sadece sanatın yapılma şeklini, insanların kendilerini ifade etme şekillerini değiştirebilir, fakat sanat yapma içgüdülerinin altındaki kaygılarını, gayelerini değiştirmemiştir.

     Her icadın ortaya çıkışındaki temel sebep gibi, sinemanın temel ögesi olan kameranın da icadı bir merak, bir ihtiyaç sonucu ortaya çıkmıştır. Edward Muybridge’in 1879’da Amerika’nın Palo Alto bölgesinde dörtnala giden bir atın dört ayağının birden yerden kesilip kesilmediğini iddiasını kanıtlamaya çalışması sinema için önemli bir başlangıç olur.

Bir at için küçük Sinema için büyük bir adım

   İnsanlık için büyük önem taşıyacağı öngörülen bu makinenin icadı için dünyanın çeşitli yerlerinde ciddi çalışmalar gerçekleştirilmiştir. Bu çalışmaların en önemlilerinden biri, Thomas Alva Edison ve yardımcısı William K. L. Dickson’ın 1890 yılında motor ile çalışan ve hareketli resimleri kaydedebilen bir makine geliştirmesidir. Bu makineye “kinetograph” adı verilir. “Kine” hareket, “graph” yazmak demektir. Yani bugünkü sinema kelimesi aslında hareketin yazılması anlamındaki bu icattan gelir. O tarihlerde, dünyanın farklı bölgelerinde yaşamakta olan mucitler bu konuyla alakalı birçok aygıt icat etmiş olsalar da, 1895 yılında sadece hareketli resmi kaydetmekle kalmayıp ilk sinema gösterimini gerçekleştiren yani Cinematographe’ı (kamera ve projektörün birleşimi) icat eden Fransız, Auguste (1862-1954) ve Louis (1864-1948) Lumiere Kardeşler sinemanın babaları olarak kabul edilirler.  Lumiere Kardeşler, 28 Aralık 1895’te Paris’te des Capucines bulvarındaki Grand Cafe’de ilk ticari kitlesel film gösterimini gerçekleştirmişlerdir. İlk kitlesel film gösteriminin yapıldığı tarih, sinemanın başlangıcı olarak kabul edilir. 

Lumiere Kardeşler

     İlk film gösteriminde günlük hayattan alınan görüntüler seyirciye sunulmuştur. Bir süre gerçek hayatı olduğu gibi seyirciye sunan sinema, seyirciler için artık çekiciliğini yitirecektir ki sihirbazlık geçmişinin tecrübelerinden faydalanan George Melies (1861-1938) birçok sinemasal hile icat eder. 1902 yılında “Aya Seyahat” isminde fantastik bir film çeker. Melies, kullandığı öykü anlatımı tekniğinin yanı sıra insanlar, filmdeki hilelerin aslında nasıl yapıldığını çözmeye çalışmış ve bu sayede de seyircinin ilgisini filme çekmeyi başarmıştır. 

"Ay'a Seyahat" 1902 yılında çekilmiş zamanının ötesinde bir film

   Böylece sinema tarihindeki ve de kuramlarındaki o temel ayrım ortaya çıkmıştır; Gerçekçi Eğilim ve Biçimci Eğilim.

     Hugo Münsterberg’e (1863-1916 – Psikolog) göre sinema, öykü sayesinde izleyicilerde merak uyandırır. Hareket eden cisimlerin daha fazla dikkat çektiğini vurgular. George Melies’in başardığı gibi izleyicinin dikkati sürekli canlı tutulmalıdır, bu nedenle de filmdeki olay örgüsü önemlidir. Münsterberg’e göre sinemanın asıl amacı duyguları resmetmektir. Bir filmin başarısı ise seyircide filmi izlerken oluşan kendilerine özgü duygular uyandırmasıdır. Bu sebeple filmde oyuncunun verdiği duygular önemlidir fakat izleyici de kendi yaşantısından yola çıkarak bunları yorumlamalı, kendi duygu dünyasında bir şeyler uyandığını fark etmelidir.

     Bazin; “Sinema, gerçekler dönüştürülerek değil, gerçeklerden seçme yapılarak oluşturulur.” demiştir. Oysa sinema, gerçeğin kurgulanmasıyla, sinema yaratıcısının gerçeği kendine göre yorumlamasıyla oluşan bir sanattır. O yüzdendir ki her sanatta olduğu gibi sinemada da özgünlük çok önemlidir. Özgünlük için kişisel bakış açısı, kişisel yorum gerekir. Kurmaca sinemada sinema yaratıcısının yorumunun varlığı ve gerekliliği göz ardı edilemez. 
        Rudolf Arnheim’a (1904-2007 – Sinema Kuramcısı) göre ise film gerçekliğe değil gerçek dışılığa dayanır. Filmde görüntünün kaydedilmesi değil, kullanılması yani nesnelerin düzenlenme biçimleri önemlidir. Film, dünyayı simgeleyebildiği, gerçeklikten soyutlama yapabildiği ölçüde sanat olur. Çünkü sanat herkesin baktığı ama göremediği gerçekleri yorumlayarak ortaya serer.

     Sinema, teknolojinin yanı sıra kendinden önceki birçok sanat dalından da faydalanmaktadır. Günümüzde tiyatro, fotoğraf, roman ve müzik bunlardan bazılarıdır. İçinde diğer sanatları barındıran sinema aslında tüm sanat dallarından oldukça farklıdır. Örneğin sinemayı resimden veya fotoğraftan ayıran en önemli özellik işin içine zaman boyutunun katılmış olmasıdır. Sinemayı tiyatrodan ayıran en önemli özellik ise gerçek mekanlarda geçiyor olması ve kurgu yoluyla anlatımın tiyatroya göre daha zengin olmasıdır. Aslında sinemanın diğer sanatlardan ayrılan en önemli yanı kurgunun sinemaya özgü bir teknik olmasıdır. 

Sovyet Sinema Kuramcısı Eisenstein kurgu masasında

        Bir sinema filminin iyi olması, sinema yaratıcısının hislerini ve düşüncelerini seyirciye ne kadar başarılı bir şekilde aktardığıyla doğru orantılıdır. Bu aktarımındaki başarı ise kurgu yoluyla oluşturulan anlam bütünlüğünün sağlanmasıyla meydana gelir. Sinema yaratıcısının eserinde seyirciye vermek istediği duygu için hangi objelerin art arda getirilmesi veya ne kadar süre ile seyircinin gözlerinin önünde bırakılması tercihleri kurgu ile mümkündür. Film, ölçüleri belirlenmiş dikdörtgen bir yüzeydeki resim içerisinde gerçeklik parçalarını ardı ardına sergiler, anlamı belirleyen ise görüntünün sırası ve süresidir. Ünlü yönetmen Stanley Kubrick’in de dediği gibi “Kurgu, sinemanın kendine has en yaratıcı aşamasıdır.”

     Sinema kuramcıları, sinemanın tiyatro, fotoğraf, roman gibi diğer sanat dallarından ayrı bir sanat dalı olduğunu kanıtlamışlardır. İyi bir sinema yaratıcısı olmak için sinema tarihi ve sinema kuramını bilmek kesinlikle gereklidir. Kuram; “Belirli bir konuyu daha iyi açıklamaya yarayan bir varsayımlar bütünüdür.” Sinema kuramına hakim olmak, sinemayı ve bizimle sinema vasıtasıyla iletişime geçen daha önceki sinema yaratıcılarını daha iyi anlamamıza yardımcı olur. Eleştirel düşünce kabiliyetimizi geliştirdiği gibi yaratıcı düşünme kabiliyetimizi de geliştirir.





     Bu yazımı yazarken faydalandığım “Sinema Kuramları 1 – Beyaz Perdeyi Aydınlatan Kuramcılar” kitabını sinema aşığı herkese şiddetle tavsiye ediyor, kitabın editörü Sayın Zeynep Özarslan’a bizleri böyle bir kitapla zenginleştirdiği için teşekkürlerimi sunuyorum.