16 Temmuz 2016 Cumartesi

AKŞAM Gazetesi Röportajının Tamamı




17.07.2016 AKŞAM Gazetesi Pazar eki... Röportajın Tamamı..


Öncelikle sizi tanıyabilir miyiz? Tunahan Kurt ve Nuri Cihan Özdoğan kimdir? Şu an nerede, ne yaparlar?

TUNAHAN KURT: Merhaba, ben Tunahan Kurt. 30 yaşındayım. İşletme fakültesi mezunuyum. Orta ve lise eğitimimi Adana Anadolu İmam Hatip Lisesi’nde tamamladım. Daha sonra yine kendi memleketime, Adana Asayiş Şube Müdürlüğü’ne polis memuru olarak atandım. Hala burada görev yapmaktayım. Aynı zamanda Çukurova Üniversitesi Futbol Antrenörlüğü 2. sınıf öğrencisiyim.

NURİ CİHAN ÖZDOĞAN: 1990 Kadirli-Osmaniye doğumluyum. 1996 yılından beri Adana’da yaşamaktayım. Çukurova Teknoloji Geliştirme Bölgesi’nde makine mühendisi olarak çalışıyorum. Aynı zamanda Çukurova Üniversitesi makine mühendisliği bölümünde yüksek lisans eğitimime devam ediyorum. Babam yüksek mühendis, kardeşim mühendislik öğrencisi. Mühendisliği, insanların hayatını kolaylaştırma sanatı olarak tanımlayacak olursak; evimizin asıl mühendisinin annem olduğunu söylemeliyim. Teorik olarak sinema her anımızda var. İşin uygulama kısmında ise fırsat buldukça özellikle hafta sonları kameramızı alıp kısa film projelerimizi gerçekleştiriyoruz.


Peki, bir polis memuruyla bir makine mühendisinin yolları sinemada nasıl keşişti?

TUNAHAN KURT: Aslında biz Nuri Cihan ile tesadüf eseri iki kez karşılaştık. İlki yaklaşık bir yıl kadar önceydi. Kendi bölgemizde rutin devriye görevinde kontrol etmemiz gereken yerlerden biri de akşamları doğa koşusu yapılan küçük bir ormanlık alandı. Ben ve ekip arkadaşım kontrol sırasında üstü başı kanlar içinde olan birinin kaçmaya çalıştığını gördük. Bir kaç saniyelik şaşkınlıktan sonra hızlıca olay yerine doğru “Dur polis! Ne oluyor orada!” gibi uyarı cümleleri kullanarak ve tedbirlerimizi de alarak ilerlemeye başladık. Neyle karşılaşacağımızı bilmiyorduk. Silahlı biri de olabilirdi ya da bıçaklı bir kavga da olabilirdi. Biz, uyarı sözleri ile üzeri kanlar içinde olan şahsa yaklaştık ama kendisi de kısa bir şok yaşıyordu çünkü o da polis ile karşılaşmayı beklemiyordu. Biz kendisine ne olduğunu sorarken, adını sonradan öğrendiğim Nuri Cihan arkadaşımız, kamerasını kurmuş küçük bir ekiple kısa filminin bir sahnesini çekiyordu. O sıralar benim de çekim aşamasında olduğum bir kısa filmim vardı. Kendisi ile ayaküstü bir sinema sohbeti gerçekleştirdik. İlk tanışmamız böyle oldu fakat o günden sonra kendisi ile çok görüşmemiştik. İlk karşılaşmamızın üzerinden yaklaşık 3 ay geçtikten sonra bir kafede tekrar tesadüfen karşılaştık. Nuri Cihan da benim gibi Adana’da yapılacak olan kısa film yarışması için bir kısa film hazırlamayı planlıyormuş. O gün birbirimizi daha iyi tanıma fırsatı bulduk ve birlikte Adana’da yapılacak olan kısa film yarışması için bir kısa film hazırlamaya karar verdik. “Sükût” filmimizin ilk tohumları o gün atıldı.



Bugüne kadar yaptığınız işlerden ve sinemanızdan kısaca bahsedebilir misiniz?

NURİ CİHAN ÖZDOĞAN: Tuna’yla tanışmadan önce kısa film denemelerim olmuştu. Normalde 10 dakikalık senaryosunu olanaksızlıklardan dolayı 3 dakikaya düşürdüğüm, yönetmenliğini ve oyunculuğunu kendim yaptığım Gölge, ilk kısa filmimdi. Tuna ile tanıştıktan sonra senaryosunu ve yönetmenliğini birlikte üstlendiğimiz Sükût filmi ile film festivallerinden ilk ödüllerimizi kazandık. Tuna ile birbirimizin eksiklerini tamamlamamız bize başarıları getirdi diyebiliriz. Filmin başarısından bahsederken başrol oyuncularımız Ahmet Soysal ve Meryem Asil’e ve kamera arkasında yükümüzü hafifleten başta Taner Kara olmak üzere tüm dostlarımıza tekrar teşekkür ediyoruz. Ayrıca 1-6 Ağustos tarihleri arasında Arnavutluk’ta gerçekleştirilecek bir uluslararası festivale filmimiz kabul edildi. Festivale katılımımız için bize sponsor olan Adana Film Festivali Genel Müdürü Sayın Candan Yaygın’a özellikle teşekkürlerimizi sunuyoruz. Sükût filminden sonra Tuna’nın yönetmenliğini yaptığı, babası Almanya’ya giden bir çocuğun, kendi imkânlarıyla uçak yaparak babasının ardından Almanya’ya gitme hayalini anlatan “Babam Uçak” filmini çektik. Babam Uçak filminin Görüntü Yönetmenliğini yaparak Tuna’ya yardımcı oldum. Babam Uçak filminden sonra yönetmenliğini benim yaptığım “Sırat” filminde Tuna başrol oyuncusuydu. Sırat filminde savaşın asıl etkilediği gerçek kahramanların yani masum insanların hikâyesini anlatmayı hedefledik. “Sırat” filminin kurgusu Mayıs ayında tamamlandıktan sonra ilk ödülünü İstanbul Merhamet ve Adalet Film Yarışmasında kazandı. Sırat filmimiz, Temmuz ayı içerisinde CAFF Asya Film Festivali’nde Güney Kore’de, Ortigia Film Festivali’nde İtalya’da ve yine İtalya’da Social Machinery Film Festivalinde yarışacak. Başvuruda bulunduğumuz diğer ulusal ve uluslararası festivallerden de olumlu yanıtlar bekliyoruz. Tuna ile özellikle önem verdiğimiz nokta, çektiğimiz filmin türü ne olursa olsun insanların duygularına dokunabilmek. Şüphesiz ki film müzikleri bu konuda oldukça önemli. Filmlerimizin müziklerini besteleyen kuzenim Nuri Oğuz Özdoğan’ın hem iyi bir sinema seyircisi olması hem de inanılmaz müzik yeteneği en büyük şanslarımızdan bir tanesi.


Bu dördüncü filminizmiş. Konusu ne? Vizyona ne zaman girecek?

TUNAHAN KURT: Bu sene Adana Film Festivali için özel olarak hazırlayıp çekimlerini yeni bitirdiğimiz ve kurgusunda sona geldiğimiz “MÜDÜR” isimli bir kısa filmimiz daha var. Yönetmenliğini benim üstlendiğim bu filmimizde, terk edilmiş bir maden işletmesinde bekçi olarak çalışan Ahmet’in  “Sen buranın müdürüsün.” sözünü fazla önemsemesi ve bir hırsız ile yaşadığı sınır kovalamacasını anlatıyoruz. Müdür filmimizde, çevrenin yönlendirmesiyle kendi dünyasından uzaklaşan, insanların beğenisi ve takdirini kazanmak adına hayattaki asıl önceliklerini unutan bir topluma dönüştüğümüz gerçeğini yalnızlık atmosferi ile seyirciye hissettirmek istedik. Filmimiz Eylül ayı itibari ile festivallere gönderilmek üzere hazırlanmaktadır.


Doktorlar arasında sanatla uğraşanlar oldukça fazladır ama bir polisin sanatın bir dalıyla uğraştığını görmek daha az rastlanılır bir şey. Nereden çıktı yönetmen olma, film çekme fikri?

TUNAHAN KURT: Evet, polislik diğer meslek grupları içerisinde sanatla uğraşan insanların daha az olduğu bir meslek grubu. Bu konuda haklılık payları da oldukça yüksek çünkü bu kutsal meslek sanırım diğer meslek gruplarından biraz daha fazla çalışılması, daha fazla gayret ve özen gösterilmesi gereken bir görev. Çünkü insanların canları ve malları size emanet. Bu kadar sorumluluk altında beraber çalıştığımız arkadaşlarımızın ve abilerimizin fazla fırsat bulamaması gayet normal. Ama içimizde sanatla uğraşanlar da var. Mesela bizim filmlerimizin kamera arkası fotoğraflarını çeken yine Adana’da daha önce de beraber çalıştığımız İsmail Yılmaz adlı bir polis arkadaşımız. Kendisi fotoğraf sergileri açan, çekmiş olduğu fotoğrafları ödüllendirilen biri.
Yönetmen olma fikri aslında hep içimde vardı ama çocukken bunun adının yönetmenlik olduğunu bilmiyordum. Bunun ilk tanımını lisede koymuş olsam da maddi imkânsızlıklar ve yönlendirebilecek birilerinin olmaması, ilk kısa film çekme deneme sürecimi 2007 yılına kadar uzattı. O zamanlar üniversitede daha önce tiyatro ile uğraştığını bildiğim bir kız arkadaşım vardı. Onu etkilemek için bir kısa film çekmeye karar verdim. Bayan arkadaşımı bu filmde oynatarak ona yakınlık kurabileceğimi umuyordum ama işler istediğim gibi gitmedi. Bayan arkadaşla beraber başrolde oynayan başka bir erkek arkadaşım film sürecinde görüşmeye başladılar ve elimde işe yaramaz bir kısa film ile kala kaldım. Evet, ben bu kız arkadaşı etkilemeyi başaramamıştım fakat kamera arkasında olmak, bir film yazmak ve yönetmek beni inanılmaz etkilemişti. O günden sonra da hayalim olan uzun metraj film yapma isteğimi hiç kaybetmeden bu konuda çalışmaya devam ediyorum. Hayalim Türkiye’nin ilk uzun metraj filmini çeken polisi olarak anılmak.


Tunahan Bey özellikle polislik zor bir meslek. Biraz da sert… Sanatla uğraşmak size ne gibi avantajlar ve dezavantajlar sağlıyor? Polis Tunahan’la yönetmen Tunahan arasında nasıl farklar var? İki mesleğin birbirlerine etkileri ne oluyor?

TUNAHAN KURT: Polislik bilindiği üzere zor ve stresli bir meslek, Adana da asayiş olaylarının yoğun olduğu bir kent. Sanat ile uğraşmanın avantajı; stresi yoğun olan bu meslekten bir nebze olsun uzaklaşmanıza yardımcı oluyor. Kendinizi yenileyebiliyor ve bir sonraki mesaiye daha dinç ve daha özgüvenli gitmenizi sağlıyor. Daha güleç ve daha pozitif bir şekilde hayatını devam ettirmek isteyen tüm meslektaşlarımın sanat ile uğraşmasını tavsiye ederim. Sanat ile uğraşmanın hiç bir dezavantajını yaşamadığımı açık yüreklilik ile söyleyebilirim.
Polis Tunahan işini çok ciddiye alan çalıştığı kurumun hassasiyetini bilen profesyonel polislik adına sürekli eğitim alan bir memurdur.
Yönetmen Tunahan ise çok daha uçuk bir yapıya sahip, içinde bir türlü büyütemediği bir çocuk barındıran, kendini hala 17 yaşında hisseden, moral ve motivasyon kaybı yaşamayan, dünyanın en kötü 10 kısa filmini çekse dahi bir gün çekeceği ilk uzun metraj filmi ile Türkiye’de ve dünyada adından söz ettireceğine inan, hayal kurmayı ve hikayeler yazmayı seven sosyal bir insan.
Kısaca beni polislik ve yönetmenlikte ayıran en önemli nokta olarak şunu söyleyebilirim. Görev başında gömleğinin boğaz düğmesini dahi açmayan ama yönetmenlik yaptığı zamanlarda yırtık pantolondan vazgeçmeyen biriyim.
Polisliğin ve yönetmenliğin tabi ki birbirlerine etkileri oluyor. Örneğin yakalamış olduğumuz bir şüphelinin, elimizden kurtulmak için söylemiş olduğu yalanlar, bürünmüş olduğu karakterler size yeni bir şeyler yazma ya da yeni bir karakter oluşturma konusunda çok yardımcı oluyor. Yönetmenliğin polislik üzerindeki etkisinden bahsedecek olursam, olaylar karşısında beni daha sabırlı ve anlayışlı bir hale getiriyor. Bazen komik olaylar da oluyor. Çok konuşan ve aynı şeyleri tekrar eden bir şüpheliye susması gerektiğini yanlışlık sinema terimi olan “KESTİK” sözü ile söylüyor ve sonra kendime gülüyorum.


Mesleğiniz size bolca da insan malzemesi sağlıyordur. Ne de olsa bin bir çeşit insanla karşılaşıyorsunuz gün boyu. Karşılaştığınız hikâyelerden bunu filme çekeceğim dediğiniz oluyor mu?

TUNAHAN KURT: Elbette karşılaşmış olduğumuz olaylar ve karakterler bana “Vay be! Bu olaydan, bu adamdan ne güzel bir film olur.” dedirtebiliyor. Ben de yaşamış olduğum ilginç olayları ve karakterleri unutmamak adına küçük notlar alıyorum. Bunları ilerde çekmek istediğim uzun metraj filminin olay örgüsü ve karakter yapılarına yansıtmaya çalışıyorum.


Polis arkadaşlarınızın tepkisi nasıl oluyor?

TUNAHAN KURT: İnanılmaz! Benim, kısa film ile uğraştığımı bilen duyan herkesten çok olumlu tepkiler alıyorum. Müdürlerim ve amirlerim de dahil. Mesleğin sonuna gelmiş abilerim “Aferin aslanım devam et. Ben de zamanında çok istedim ama biz cesaret edemedik. Aman bırakayım deme.” diyorlar. Mesleğe yeni başlamış arkadaşlarımın ise “Abi boom tutacak adam lazımsa bu Pazar izinliyim. Çekim varsa beni de çağırır mısın?” demeleri benim çok hoşuma gidiyor. Hatta çekmiş olduğumuz filmlerin çoğunun kamera arkasında ışık tutan, kamera taşıyan, sahne kuran birçok polis arkadaşımızın olduğunu söyleyebilirim. Ayrıca mekân ve kostüm ayarlarken de çok önemli destekleri oluyor.
Sanırım bu mesleği yapan insanların içlerinde olan sinema aşkını bir nebze olsun ben ortaya çıkardım. Onların yapmak isteyip de yapamadıklarını benim yapmam ise onlara kendi içlerindeki Tunahan’ı görme fırsatı verdi.


Nuri Bey peki siz makine mühendisisiniz. Neden yönetmenlik?

NURİ CİHAN ÖZDOĞAN: Eğitim hayatım fen bilimleri üzerine kuruluydu, önce fen lisesi ardından mühendislik fakültesi… Hayatım formüller arasında geçiyordu diyebilirim. Fakat asıl zor olan hayatı çözümlemekti ve hayatı formüle edebilmenin sadece sanatla mümkün olabileceğini düşündüm. İnsanlara bir şeyler anlatmak için sinema yapmaya çalışırken sinema sayesinde kendimi hayatı anlama çabası içerisinde buldum. Hayat gibi, insan ilişkileri gibi sinemanın da formüle edilemiyor olması beni büyüledi ve sinemaya olan aşkımı bir kat daha arttırdı. İnsanın mağlup edemediği yegâne düşman; zaman. İnsanın zamana karşı en güçlü silahı ise sanat. Sinema bu yüzden benim için çok önemli. İçinde sinemanın olmadığı bir hayat yaşamak, boşuna yaşamak gibi olurdu sanırım. Tabi herkes için sinema bu kadar önemli olmak zorunda değil. Ama insan en azından öyle bir hayat yaşamayı hedeflemeli ki, yaşadığı hayat filmlere konu olacak kadar ilham verici olsun. İnsan yaşadığı dünyayı daha güzel bir yer haline getirmek için yaşarsa gerçekten yaşamış sayılırmış. Ben de sinema yaparak dünyayı daha güzel bir yer haline getirebileceğime inanıyorum. Bu yüzden sinema, bu yüzden yönetmenlik.


Sizin işinize artıları ve eksileri ne sanatla uğraşmanın?

NURİ CİHAN ÖZDOĞAN: Sanatla uğraşmanın insana herhangi bir olumsuz etkisinin olabileceğini düşünmüyorum. Aksine sanat, insanı çevresine daha fazla duyarlı ve meraklı hale getiriyor. İnsanın algılarını açıyor. Özellikle de sinema, insanların hikâyelerinden ve psikolojilerinden beslenen bir sanat dalı olduğu için çeşitli dünyalara tanık olma isteği oluyor içinizde. Robert Altman’ın dediği gibi “Film yapmak, birçok kereler yaşamak için bir şanstır.” Hayata sinemacı gözüyle bakma alışkanlığımın olaylara daha rahat odaklanmama yardımcı olduğunu söyleyebilirim. Fakat mühendislik eğitimimin sinema hayatıma artıları kesinlikle daha fazla. Türkiye’deki mühendislik eğitimi eleştirilebilir elbette ama mühendislik eğitiminin insanın bilinçaltına kazandırdığı en önemli şey çözüm odaklı düşünebilme yetisi. Kısa film çekerken o kadar kısıtlı imkânlarla film çekiyorsunuz ki örneğin süpürge sapına mikrofon bantlayarak kendi boom mikrofonunuzu yapmak, araba güneşliğini yansıtıcı olarak kullanmak hayat kurtarabiliyor.


Siz etrafınızdan nasıl tepkiler alıyorsunuz?

NURİ CİHAN ÖZDOĞAN: İnsan, yönetmen olma hayali kurmaya başladığında ilk ve en çetin mücadelesini kendisi ile veriyor. Başaramama korkusundan ziyade seçim yapmak diğer seçeneklerden vazgeçmek demek ne de olsa. Kendinizi ikna ettikten sonrası daha kolay bir mücadele. Tabi yönetmen olma hayalimden çevremdeki insanlara ilk bahsettiğimde pek ciddiye alınmadığımı hissetmiştim. Çoğu kişiye göre mis gibi mesleğim vardı, sebepsiz bir macera peşindeydim. Oysa bence mühendislik eğitimim dahil hayatım boyunca beni ben yapmak adına üzerime yağan tüm imgeler beni sinema üzerine eğitmiş. En güzel ikna etme yönteminin, başarı kazanmak olduğunu biliyordum. Filmlerimizi ilk izleyenler “Hiç de fena değil. Bildiğin film olmuş bu.” diye tepkiler verdiler. Ödüller geldikten sonra bakış açısı zaten kendiliğinden değişiyor. Etrafımızdaki insanlar gerek film çekimlerimiz sırasında gerek sonrasında bize çok destek oluyorlar. Ben, her insanın içinde ukte kalmış bir sanat hayali olduğuna inanıyorum. “Biz yapmaya cesaret edemedik bari çocuklar yapsın.” diyerek belki de vazgeçtikleri hayallerinin pişmanlığından biraz olsun uzaklaşıyorlar. Hayal etmenin bile komik karşılanabileceği bir hedefiniz olduğunda en önemli şey size inanan insanların desteğini hissetmek. Teşekkür etmek istediğim o kadar çok isim var ki aklımda… Özellikle de hayatın maddi hırslar peşinde harcanmayacak kadar kıymetli olduğunu bana öğreten babam Remzi Özdoğan ve annem Ayşe Özdoğan’a, tüm acemiliğimi üzerinde atmamı büyük bir sabırla karşılayan, kimseye izletemediğim ilk filmlerimin kahramanı, kuzenim Ali Mert Özdoğan’a ve nasıl öğrenmem gerektiğini bana öğreten hayat öğretmenim Ahmet Koşar’a teşekkür etmek istiyorum.


İkinizin de bu konuda ilginç bir anısı var mı?

TUNAHAN KURT: Yönetmenlik ve sinema işlerine çocukluğumdan beri sıcak bakmayan, almış olduğumuz ödüllere rağmen “Hevesini al sonra bırak artık.” diyen annemin Müdür filminin çekimlerinde benden rol istemesi ve annemi, senaryoya uygun olmadığı için kibarca ret etmem kendi adıma son zamanlarda yaşadığım en ilginç olaydı. Sanırım annem bile inanmaya başladı. Şöyle durumlarla da karşılaşabiliyoruz; bir gün şüpheliyi mahkemeye çıkarmak için adliyede sıranın bize gelmesini bekliyorduk. O sırada bana hafta sonu gerçekleştirmeyi planladığımız çekim ile ilgili bir telefon geldi. Avukat Emine Erdem ile tanışmamız bu şekilde oldu. Kısa ve uzun metraj filmlerde oyunculuk, tiyatro oyunlarında yönetmenlik yaptığından bahsetmesi üzerine, kendisi ile hem sanat yönetmeni olarak hem de oyuncu olarak çalışma imkânı bulmuş olduk. Çalıştığımız kişiler arasında diş hekimi, büyük firmalardan satış danışmanları, muhasebeciler ve birçok farklı meslek gruplarından arkadaşlarımız var.

NURİ CİHAN ÖZDOĞAN: Şüphesiz en ilginç anımız Tuna’yla tanışma hikâyemizdi. Unutamadığım birçok anıdan benim için en özelinden bahsedeyim. Yardımcı yönetmenim Melih Özdoğan ile ikimiz Sırat filmi çekimlerinde geçiş sahnesinde kullanmak üzere savaşın vurmuş olduğu evleri andırdığı için Adana’nın eski bir mahallesine gitmiştik. Mahalleye tam hakim olmadığım için istediğim görüntüleri mahallenin hangi noktalarında alabileceğimi bilmiyordum. Elimizdeki kamerayı gören on yaşlarında bir çocuk yanımıza gelip bizi izlemeye başladı. Fakat dilimizi bilmediğini anladım. Kendisi Iraklıydı. İsmi Abdülaziz’di. Eliyle kendisini takip etmemizi söyledi. Nasıl bir görüntü almak istediğimi çekim yapmaya çalıştığım mekânlardan anlamış olacak ki mahallede nerede hayal ettiğim gibi yer varsa bizi götürdü. Abdülaziz sayesinde tam hayal ettiğim gibi planlar çekebilmiştim. Söz konusu sanat olunca bize yardımcı olmaktan mutluluk duyan insanların içlerindeki dehayı keşfetmek beni çok mutlu ediyor. Film yayınlandığında göreceğiniz jeneriğin sonunda teşekkür kısmında adı yazan Iraklı Abdülaziz’in hikâyesi budur.


Neden iki kişi? İki kişi birlikte yönetmek zor olmuyor mu? Tartışma çıkıyor mu zaman zaman?

NURİ CİHAN ÖZDOĞAN: Tuna’yla uyum sağlamamızın birçok nedeni var. Öncelikle ikimiz de hayal kurmayı çok seviyoruz. Birimiz diğerine aklındaki filmi anlatırken diğerimiz filmi gözünün önünde izliyor sanki. Tabi ki en önemli sebep ise birbirimizin eksiklerini tamamlıyor oluşumuz. Tuna’yla tanışmadan önce filmlerimde oynatacak insan bulmakta zorluk çekiyordum. İnsanlardan bir şey isterken çekingen olabiliyorum. Fakat Tuna ikna etme konusunda oldukça başarılı. Tuna’yla tanıştıktan sonra senaryo yazarken kendimi daha özgür hissetmeye başladım. Tuna’yla sinemaya ve hayata bakış açılarımızın bu kadar yakın olmasına rağmen tarzlarımız farklılık gösteriyor elbette. Sonuçta sanat, üreticisi adına öznel bir kavram. Aynı filmi yıllar sonra aynı yönetmen çekse bile mutlaka daha farklı bir film çıkar ortaya. Çünkü zamanla insanlar da değişiyor, kendilerini geliştiriyorlar. İnsan, zaman içinde kendisiyle bile farklı düşünebiliyorsa Tuna ile aramızda yeri geldiğinde görüş ayrılıklarının olması çok doğal. Hatta bu görüş ayrılıkları filmlerimize zenginlik katıyor diyebilirim. İlk filmimiz Sükût ile birçok ödül almamıza ve festivaller görmemize rağmen Sükût’tan sonra birlikte yönetmenlik yapmak yerine birbirimizin projelerine destek olmaya karar verdik. 2015 yazından beri senaryosunu yazdığım, yönetmenliğini yaptığım “Sırat” filminde Tuna başrol oyuncusu ve yapım koordinatörüydü örneğin. Sırat filmi ile ulusal ve uluslararası festivallerde başarı kazanmamızı, birbirimize destek olduğumuz sürece başarılarımızın devam edeceğine bir işaret olarak görüyoruz.


Mesela Coen Kardeşler gibi birlikte efsane olma hayalleriniz var mı? Yoksa bu iş sizin için hobi olarak mı devam edecek? Sinemadaki hayaliniz ne?

NURİ CİHAN ÖZDOĞAN: Coen Kardeşlerin ilk filmi Blood Simple’ın seviyesine hayatımız boyunca ulaşabilecek miyiz acaba? Henüz yolun çok başındayız elbette. Kubrick’in, Tarkovski’nin, günümüzde Nuri Bilge Ceylan’ın yönetmen olarak anıldığı bir sektörde kendimizi şu anki konumumuzla yönetmen olarak sıfatlandırmak bile küstahlık olur sanırım. Tabi ki sinema ile ilgili büyük hayallerimiz olmasa, film yapmaktan vazgeçmek için bu kadar çok sebebimiz varken bu işe böylesine aşkla sarılamazdık. Sinema ile ilgili hedeflerimizin hayal olarak kalmaması için Tuna da ben de çok çalışıyoruz. İnsanlık tarihinin uzun soluklu serüveninde, iyimser olursak verimli geçireceğimiz belki elli yılımız var. Bu elli yıl o kadar kısa bir süre ki, öylesine yaşayıp ölmek için çok kıymetli. İnsanların hayatlarına anlam katacak eserler bırakmak gerektiğini düşünüyorum. Sinema sadece günümüzdeki insanlara ulaşabilen duygusal bir bağ aracı değil, nesiller arası duygusal bağ kurmanızı sağlayan bir sanat dalı. Bundan 50 yıl önce yapılmış bir Metin Erksan filmi izlerken kendi hayatınızla ilgili sorular sorabiliyorsunuz. Böylece gerçek sanat değeri taşıyan bir film, hayatınıza anlam kazandırmış oluyor. Jacques Tati’nin “Ben istiyorum ki film; siz, sinema salonunu terk ettikten sonra başlasın.” sözü, sinema yapma amacımı çok güzel özetliyor. Kişisel olarak sinemadaki hayalim; nesiller sonra bile izlendiğinde insanların hayatlarına anlam kazandıracak filmler miras bırakmaktır.

TUNAHAN KURT: Bu soru çok iddialı. Birlikte film yapmaya karar verdiğimizde de bunu hiç böyle düşünememiştik sanırım. Nuri Cihan ile ortak yönetmen olarak sadece bir film yaptık, ondan sonra yönetmen koltuklarımızı ayırdık. İkimiz de birbirimize çok şey kattık ve katmaya da devam ediyoruz. Nuri Cihan’ın hemen hemen tek başına, üstelik hiçbir sinema eğitimi almadan Gölge gibi bir kısa film çekmiş olması bana cesaret vermişti. Kendisi, sinema kuramları konusunda ve sinemanın felsefesi konusunda bana farklı bir bakış açısı kazandırdı. Yazdığım senaryolara ya da düşündüğüm çekim açılarına sanatsal dokunuşlarıyla farklı bir hava ve mizah katıyor. Durum böyle olunca, Babam Uçak filmi ile ben Amerika’da, Sırat filmi ile Nuri Cihan da Asya ve Avrupa’da festivallere kabul edildik. Birbirimizin çekmek istediği filmlerine sınırsız destek vermekteyiz. Nuri Cihan ne kadar başarılı olursa buna kendi başarımmış gibi seviniyorum, tabi o da aynı şekilde. Birbirimizi maddi ve manevi olarak sürekli olarak destekliyoruz.
Sinema düşünmeden kafamı yastığa koyduğum tek bir geceyi dahi hatırlamıyorum. Sinemaya bu kadar aşıkken bunun hobi olarak kalacağını hiç zannetmiyorum.
Sinemadaki hayalim: Mahallemizin bakkalı Mehmet abiye, sabah ekmek almaya gelen müşterilerine “Duydun mu? Bizim mahalledeki Ali’nin oğlu var ya hani şu polis olan, dün Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye ödülünü almış.” dedirtebilmek.


İleride yolunuza yalnız devam etmeyi düşünür müsünüz?

NURİ CİHAN ÖZDOĞAN: İkimiz de sinemayı hayatımızdan çıkaramayacak kadar çok seviyoruz. Tuna ile birlikte çalışmak çok keyifli. Sinema üzerine muhabbet etmek, fikir alış verişinde bulunmak da çok keyifli. İşin içinden çıkamayacağımı düşündüğüm anlarda Tuna’nın bitmek bilmeyen muhteşem enerjisi bana güç ve güven veriyor. Söylediğimiz gibi Sükût filminden sonra yönetmenlik koltuğunu ayırdık fakat birbirimizin projeleri içerisinde yer almaya devam ettik. Yazdığımız senaryolar hakkında da fikir alış verişinde bulunuyoruz. Birbirimizi fikir alış verişlerimizle beslesek de sinemanın üreticisi için de seyircisi için de öznel olduğu kanısındayız. Her yönetmenin hikâyeyi anlatma tarzı özgün olmalıdır. Otör kuramına yani yönetmen sinemasına inanan biriyim. Çünkü Otör yönetmenlerin gerçek sanat eserleri ürettikleri düşünüyorum. Bunu iki yönetmenle yapmak takdir edersiniz ki kolay değil. Ama ikimiz de aynı heyecanla sinemaya tutkun olduğumuz ve sinema üretme sürecinin birer parçası olduğumuz sürece birbirimize destek olacağımız, birbirimize çok şey katacağımız kesin.


Benim sormayı unuttuğum, sizin eklemek istediğiniz bir şey var mı?

TUNAHAN KURT: Son zamanlarda ülke olarak sıkıntılı bir süreç yaşıyoruz. Şehit olan tüm askerlerimize ve polislerimize Allah rahmet eylesin, ailelerine ve Türk milletine sabırlar versin. Almış ve alacak olduğumuz tüm ödülleri onların aziz ruhlarına armağan ediyoruz.

NURİ CİHAN ÖZDOĞAN: İnsanın vatanı olmazsa ne geleceği olur ne de uğruna yaşayabilecekleri hayalleri. Tüm şehitlerimize Allah’tan rahmet, ailelerine sabırlar diliyoruz. Sinema üzerine düşüncelerimizi, anılarımızı ve çekmiş olduğumuz filmleri anlatma fırsatı verdiğiniz için çok teşekkür ederiz. Kısa film çeken tüm arkadaşlarımıza kolaylıklar diliyoruz.







25 Aralık 2015 Cuma

HUGO MÜNSTERBERG IŞIĞINDA SİNEMA ve PSİKOLOJİ İLİŞKİSİ


Hugo Münsterberg (1863-1916)


   Hugo Münsterberg (1863-1916, Polonya - Psikolog) sinemanın psikoloji ile etkileşimini incelemiş sinema kuramcılarındandır. Çalışmalarında sinemanın yapısı ve içeriğinin yanı sıra sinemanın insan zihninde bırakmayı hedeflediği etkilerin mühendisliğini de incelemiştir. Bir önceki yazımda bir paragraf ayırdığım, çoğu konuda fikirlerine katıldığım sinemanın ilk kuramcılarından olan Münsterberg’i daha detaylı incelemek, sinemayı daha iyi anlamak açısından da önem arz etmektedir.

   Lumiere Kardeşlerin icat ettiği cinematograph (kamera ve projektörün birleşimi) günümüze kadar gelişerek gelse de çalışma prensibi değişmemiştir. Projeksiyon cihazında, arka arkaya geldiğinde bir hareketin devamlılığını sağlayacak olan her kare değişiminde ekran kararmakta ve bu sırada değişen görüntü perdeye yansıtılmaktadır. Bu, saniyede 24 kez tekrarlanır. Gözümüzün görüntüyü bir süre hafızada tutuyor olması her kare arasındaki çizgileri görmememizi sağlamaktadır. Münsterberg bu olguyu 1916 yılında analiz etmiştir. Devamlılık içeren kareler arasında kurulan zihinsel bir köprü sayesinde bir seri durağan görüntünün hareketli olarak algılandığını belirtir. Görüntüleri algılamamızı sağlayan bu olgu, Yunan alfabesindeki Φ (fi) harfi ile adlandırılarak “fi olgusu” olarak anılmaktadır. 1912’de Max Wertheimer’ın (1880-1943, Çek Cumhuriyeti – Psikolog) çalışmasında bahsettiği “fi olgusu” resimlerin arka arkaya gösterilerek hareket yanılsaması sağlaması anlamına gelmektedir ve sinemanın ilk adımı olarak görülmektedir.




   Sinema filmi içerik olarak bölümlere, bölümler sekanslara, sekanslar sahnelere, sahneler ise planlara bölünerek çekilir ve kurgu ile birleştirilerek seyirciye aktarılır. Münsterberg, birleşimler sonucu meydana gelen sinema filmi bütününün, onu oluşturan parçalardan daha fazlasını ifade ettiğini söyler. Kompozisyon halinde bulunan imgelerin benzerlik, yakınlık, süreklilik, ve şekil ilişkisine bağlı olarak insan zihni tarafından yeniden düzenlenerek algının oluştuğunu savunur. Seyirci, farklı olaylar arasındaki bağlantıyı kendi birikiminde var olan değerler ile kıyaslayarak, zamansal, mekânsal veya nedensel olarak çözümler. Sergei Eisenstein (1898-1948, Letonya - Sinema Yönetmeni ve Kuramcısı) bir adım daha ileri giderek, kurgunun gücünü ortaya koymak adına bir planın anlamına “a” diğer planın anlamına “b” dersek, iki planın arka arkaya gösterilmesi sonucu “a” ve “b” anlamlarından bağımsız bir “c” anlamının ortaya çıkacağını iddia eder. “a” ve “b” anlamlarının tek başlarına hiçbir şey ifade etmeyeceğini savunur. Buna karşılık usta sinema yönetmeni Andrey Tarkovski (1932-1986, Rusya) ise “c” anlamının “a” ve “b” planlarının anlamından bağımsız olduğunun düşünülemez olduğunu ifade eder. Ayrıca “a” ve “b” planları da anlam olarak içlerinde derin anlamlar barındırabilirler. Nuri Bilge Ceylan (1959-, Türkiye) gibi usta yönetmenlerin bir planla ne kadar çok şey anlatabildiklerini keşfettiğimizde gerçek sinemanın büyüsüyle tanışmış oluruz.

Nuri Bilge Ceylan - İklimler (2006)
Üstadın çok şey anlatan planlarından bir örnek

   Münsterberg, sinemanın asıl amacının duyguları resmetmek olduğunu savunur. Yönetmenin özgünlüğünün imzasını taşıyan sinemasal estetik, dış dünyaya ait imgelerin yorumlanmasıyla yeniden şekillenerek seyircinin iç dünyasına olan yolculuğa sebep olur. Sinema, gerçeğin üstesinden gelmekteki başarısını, anlamlı bir dramatik öyküyü soyutlaştırabilmesine ve gösterim esnasında seyirciyi gerçek hayattan uzak tutarak, sunduğu imgelerin uyumundan haz almasını sağlayabilmesine borçludur. Film sanatı, kişinin duygularına seslendiği için nesnel dünyadan bağımsız nitelenmelidir. Hiçbir sanat eseri yoktur ki; tamamen nesnel olsun, yaratıcısının duygularını taşımasın.

   Münsterberg sinemanın, hayatın gerçeklerinden soyutlanan görüntülerin insan zihninde kişisel algıya dayalı olarak yeniden şekillendiğini ve apayrı bir dünyaya dönüştüğünü ifade eder. Sanatta biçimcilik, bir sanatsal yapıtta anlatılan konu yerine onun işleniş biçiminin sanatı oluşturduğu şeklinde ifade edilebilir. Sinema tarihine bakıldığında aynı konuların tekrar tekrar anlatıldığını görürüz. Hatta aynı senaryoların tekrar tekrar film yapıldığına bile şahit oluruz. Fakat konular hatta senaryolar aynı olmasına rağmen izlediğimiz filmler bizde farklı duygusal tepkilere yol açar, mutlaka birini diğerinden daha çok beğeniriz. İşte bunun sebebi sinemanın öznel, özgün bir sanat olmasıdır. Aynı konuyu yüz farklı yönetmen film yapsa yüz farklı film ortaya çıkacaktır. Bu sebeple eserin yaratıcısının duygularıyla işlenmesi özgün bir eser oluşturması açısından büyük önem taşımaktadır. Konunun değil konunun anlatımının özgün olmasından dolayı sinemanın anlatış biçimi sanatı oluşturur. Aksi halde sinema seyirlik teknolojik bir video olmaktan öteye gidemeyecektir. Tüm bu özgünlüğüne rağmen elbette ki her sinema filmine sanat diyemeyiz. Psikolog ve sanat eleştirmeni olan Rudolf Arnheim’a (1904-2007) (Aynı zamanda Max Wertheimer’ın öğrencisidir) göre sinema, sanatsal sonuçları olabilen bir olgudur. Ancak bu olgunun sanatla sonuçlanma zorunluluğu bulunmamaktadır.


   Sinemada anlatım tarzının özgünlüğünün önemine değinirken anlatılan olayın seyirciyi etkilemesinin de oldukça önemli olduğunu göz ardı edemeyiz. Film mutlaka bir olay anlatmalı ve anlatılan konu üzerine şekillenmelidir. Perdede görülen oyuncuların hareketleri ve derinlik duygusu, tek başına basit bir görsel malzemedir. Bu görsel malzemenin seyircinin ilgisini ayakta tutabilecek fikirlerle zenginleştirilmesi gerekir. Seyirci için anlamı olan, hayal gücünü harekete geçirebilecek, daha önceki deneyimlerini uyandırabilecek, karışık duygular içine sokabilecek, düşünceye sevk edecek, süreklilik yaratan senaryo örgüsü ile donatılarak işlenmiş bir film, seyircinin dikkatini çekebilir. Freudien sinema yaklaşımı, seyircinin pasif konuma oturtularak, düş görür gibi bir aktivite içinde olduğunu ileri sürmüştür. Fakat Münsterberg, psikolojik ilkelerin sinemaya uyarlandığında seyircinin pasif konumda olmayacağını, izleyici ile izlenenin karşılıklı etkileşim içinde olacağını savunmuştur. Filmin işleniş biçiminde filmin yaratıcısının duygularının özgünlüğünden bahsederken seyircinin duygularının da özgün olduğunu atlamamak gerekir. Bir filmi milyonlarca kişi izlediğinde filmin seyircilerde bıraktığı duygu da kişiden kişiye değişmektedir. Sinema filmi belli bir zaman zemini üzerine yayılmış olduğundan film süresince seyirciye duyguları arkadaşlık etmektedir. Yani seyirci sinema filmi ile karşılıklı diyalog halindedir.



   Seyircinin algısının açık tutulması için dikkat sürekli bir yerden diğerine yönlendirilmelidir. Sinemanın tiyatrodan ayrılan başlıca özelliklerinden biri de yönetmenin, seyircinin dikkatini yönlendirebiliyor olmasıdır. Seyircinin algıladığı eser, yönetmenin ekranın sınırları içinde seyirciye gösterdiği görüntü kadardır. Yönetmen gerek seyirciye gösterdikleriyle gerekse de göstermeyip sezdirdikleriyle seyirciyi yönlendirebilir. Görüntü bombardımanı olan sinemada yakın plan veya ayrıntı olarak adlandırılan çekim ölçeği duyguların daha coşkun ve belirgin yaşanmasına sebep olur. Örneğin performans sahnelerinde yakın plan çekimlerde oyuncunun yüzü, neredeyse tüm perdeyi kaplayarak mimiklerle duyguların aktarılmasına izin vermektedir. Sinemadaki görsel dünyanın yakın görüntüsü, nesnelerin ve ifadelerin özgün bakış açısıyla aktarılmasıdır.
Detay plan, sanki bize hayatın detaylarda gizli olduğunu, bazen bizim o detayları kaçırdığımızı fakat sinemanın bu detayları bize gösterme gücünün olduğunu anlatır. 

   Başarılı bir filmin kendine has bir atmosferi vardır. Sinemada atmosfer yaratmak, seyirciyi o atmosfere dahil etmek seyircinin filmin içine girmesi açısından büyük önem taşır. Bu atmosferi yaratmanın iki yolu vardır. Birincisi sesin kullanımı, ikincisi ışığın kullanımı.

  Sinemada sesin veya müziğin kullanımının en önemli amacı seyirciyi filmdeki gelişmelere hazırlamaktır. Sinema yaratıcısı, kullandığı müzik tarzıyla hangi psikolojiye bürünmesi gerektiğini seyircinin kulağına fısıldar. Böylece seyircinin hazırlanmış psikolojisi filmin gelişen olgularına daha açık olacaktır.
   Sinemada doğru ışık kullanımı plandaki renk tonlarını belirlemektedir. Filmin hikayesine uygun renk tonlarını yakalanmasıyla seyircide uyanan duygular filmle ahenk içinde olacaktır. Filmin atmosferini görsel olarak yakalayan seyircinin filmin içine girmesi çok daha kolaylaşır. Ayrıca doğru ışık kullanımıyla filmdeki karakterlerin kişilikleri, psikolojileri hakkında da seyirciye ip uçları verilebilir. Örneğin yalnızlık psikolojisi içindeki bir karakterin loş bir ışıkta daha sade renklerle sunulmasıyla, seyircinin bilinçaltında bu karakterin dünyasıyla özdeşleşmesi sağlanacaktır.

   İyi işlenmiş bir senaryonun oluşması için iyi işlenmiş karakterlerle doldurulması gerektiği gerçeğini unutmamamız gerekir. Her karakter bir birey, bir dünyadır. Bu sebeple karakterler ince ince işlenmelidir. Her karakterin bir geçmişi, bir kişiliği, bir düşüncesi vardır. Bir karakter kötülük yapıyorsa bile kendine göre haklı sebepleri olmalıdır.
   İyi bir sinema yaratıcısı, ister senarist olsun ister yönetmen olsun insanı iyi bilmesi gerekmektedir.
İyi bir senaryo yazarının oluşturduğu karakterler, psikolojik temeller üzerine kurulmuş olmalıdırlar. Karakterlerin geçmişlerinin, kişilikleri üzerinde nasıl bir etki yaratacağını, diğer karakterlerle ilişkilerinde her hareketlerinin her sözlerinin belli bir psikolojik bilincin etkisiyle şekilleneceğini belirlemek adına senarist için insan psikolojisini bilmek çok önemlidir.
   Karakterlerin yüzlerindeki ifadeler veya konuşma şekilleri belli psikolojik etkilerin yansıması olmalıdır. Örneğin utangaç biri sessiz bir şekilde konuşur veya duygulanan karakterin sesi titremelidir, tüm bunlar karakterlerin psikolojik durumlarının çözümlenmesiyle alakalıdır. Bu sebeple yönetmenlerin de insanları iyi gözlemlemiş ve psikolojinin insan davranışları üzerindeki etkisini iyi tahlil etmiş olmaları gerekir. Yönetmen kendi filmindeki psikolojinin yanı sıra seyircinin psikolojisini de düşünmelidir. Konuyu işleyiş tarzıyla seyirciyi etkilemeyi bilmelidir. Kamerayı konumlandıracağı noktanın, alacağı açının seyirci psikolojisi üzerinde yaratacağı etkiyi iyi analiz etmelidir.

   Sinema ve psikoloji ayrılmaz bir bütündür. Sinema ve psikoloji, tarih boyunca etkileşim halinde olmuştur. Çünkü psikoloji sinemanın içindedir, sinema eserini şekillendirir; sinema da seyircinin psikolojisini şekillendirme gücüne sahiptir.

    Sinema; insanı inceleyen, insanı insanla anlatan büyüleyici bir sanattır. Sinema, insan içindir.




23 Kasım 2015 Pazartesi

SİNEMANIN DOĞUŞU ve FİLM KURAMI

     
     İletişim, canlılar için vazgeçilmez bir içgüdüdür. İnsanlık için ise bir ihtiyaçtır. İletişim, mesafeler arası bir paylaşım olabileceği gibi kuşaklar (zamanlar) arası bir paylaşım da olabilir. İnsanlık tarihinde zamanlar arası iletişimin sağlanması için kalıcılık önemli bir kavramdır. Kalıcılık ise sanatla mümkündür. Örneğin mağara duvarlarında bulunan şekiller, o çağlardan günümüze iletişim kurulmasını sağlayan birer araçtır. Bu araçları sanat olarak kabul etmek tartışılsa da her şeyin bir başlangıcının olduğunu düşünürsek, bu kalıntıların da sanatın başlangıcı olduğunu kabul edebiliriz. Belki bilgi bırakmak için belki de sadece eğlenmek için bırakılan bu eserlerin oluşumundaki insan psikolojisinin derinliklerine inelim.

     Büyük sinema kuramcılarından Andre Bazin’in (1918-1958) de dediği gibi; “Mısır’daki mumyalar aslında insanların ölüme karşı çıkışlarının bir yansımasıdır.” Ölümün fizyolojik etkilerini (artık nefes almamak, bilincini kaybetmek, çürüyüp gitmek vb.) bir kenara bırakırsak ölümün asıl korkutucu tarafı bir gün tamamen unutulacak olmamız, ismimizin dahi kimse tarafından anılmayacak olmasıdır. Her canlı için ölüm kaçınılmazdır fakat fikirler, eserler insanlık tarafından değer gördüğü müddetçe sonsuza kadar kalıcı olabilirler. İyi bir eser bıraktığımızda o eser, fikirlerimizi, yaşadığımız çağda dünyayı nasıl gördüğümüzü, neler düşündüğümüzü bizden yıllar sonra yaşayacak nesillere aktaracaktır.
  Sanatın büyülü yanlarından biri de, teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin insanın bir eser bırakmaktaki içgüdüsünün değişmiyor olmasıdır.  Teknoloji sadece sanatın yapılma şeklini, insanların kendilerini ifade etme şekillerini değiştirebilir, fakat sanat yapma içgüdülerinin altındaki kaygılarını, gayelerini değiştirmemiştir.

     Her icadın ortaya çıkışındaki temel sebep gibi, sinemanın temel ögesi olan kameranın da icadı bir merak, bir ihtiyaç sonucu ortaya çıkmıştır. Edward Muybridge’in 1879’da Amerika’nın Palo Alto bölgesinde dörtnala giden bir atın dört ayağının birden yerden kesilip kesilmediğini iddiasını kanıtlamaya çalışması sinema için önemli bir başlangıç olur.

Bir at için küçük Sinema için büyük bir adım

   İnsanlık için büyük önem taşıyacağı öngörülen bu makinenin icadı için dünyanın çeşitli yerlerinde ciddi çalışmalar gerçekleştirilmiştir. Bu çalışmaların en önemlilerinden biri, Thomas Alva Edison ve yardımcısı William K. L. Dickson’ın 1890 yılında motor ile çalışan ve hareketli resimleri kaydedebilen bir makine geliştirmesidir. Bu makineye “kinetograph” adı verilir. “Kine” hareket, “graph” yazmak demektir. Yani bugünkü sinema kelimesi aslında hareketin yazılması anlamındaki bu icattan gelir. O tarihlerde, dünyanın farklı bölgelerinde yaşamakta olan mucitler bu konuyla alakalı birçok aygıt icat etmiş olsalar da, 1895 yılında sadece hareketli resmi kaydetmekle kalmayıp ilk sinema gösterimini gerçekleştiren yani Cinematographe’ı (kamera ve projektörün birleşimi) icat eden Fransız, Auguste (1862-1954) ve Louis (1864-1948) Lumiere Kardeşler sinemanın babaları olarak kabul edilirler.  Lumiere Kardeşler, 28 Aralık 1895’te Paris’te des Capucines bulvarındaki Grand Cafe’de ilk ticari kitlesel film gösterimini gerçekleştirmişlerdir. İlk kitlesel film gösteriminin yapıldığı tarih, sinemanın başlangıcı olarak kabul edilir. 

Lumiere Kardeşler

     İlk film gösteriminde günlük hayattan alınan görüntüler seyirciye sunulmuştur. Bir süre gerçek hayatı olduğu gibi seyirciye sunan sinema, seyirciler için artık çekiciliğini yitirecektir ki sihirbazlık geçmişinin tecrübelerinden faydalanan George Melies (1861-1938) birçok sinemasal hile icat eder. 1902 yılında “Aya Seyahat” isminde fantastik bir film çeker. Melies, kullandığı öykü anlatımı tekniğinin yanı sıra insanlar, filmdeki hilelerin aslında nasıl yapıldığını çözmeye çalışmış ve bu sayede de seyircinin ilgisini filme çekmeyi başarmıştır. 

"Ay'a Seyahat" 1902 yılında çekilmiş zamanının ötesinde bir film

   Böylece sinema tarihindeki ve de kuramlarındaki o temel ayrım ortaya çıkmıştır; Gerçekçi Eğilim ve Biçimci Eğilim.

     Hugo Münsterberg’e (1863-1916 – Psikolog) göre sinema, öykü sayesinde izleyicilerde merak uyandırır. Hareket eden cisimlerin daha fazla dikkat çektiğini vurgular. George Melies’in başardığı gibi izleyicinin dikkati sürekli canlı tutulmalıdır, bu nedenle de filmdeki olay örgüsü önemlidir. Münsterberg’e göre sinemanın asıl amacı duyguları resmetmektir. Bir filmin başarısı ise seyircide filmi izlerken oluşan kendilerine özgü duygular uyandırmasıdır. Bu sebeple filmde oyuncunun verdiği duygular önemlidir fakat izleyici de kendi yaşantısından yola çıkarak bunları yorumlamalı, kendi duygu dünyasında bir şeyler uyandığını fark etmelidir.

     Bazin; “Sinema, gerçekler dönüştürülerek değil, gerçeklerden seçme yapılarak oluşturulur.” demiştir. Oysa sinema, gerçeğin kurgulanmasıyla, sinema yaratıcısının gerçeği kendine göre yorumlamasıyla oluşan bir sanattır. O yüzdendir ki her sanatta olduğu gibi sinemada da özgünlük çok önemlidir. Özgünlük için kişisel bakış açısı, kişisel yorum gerekir. Kurmaca sinemada sinema yaratıcısının yorumunun varlığı ve gerekliliği göz ardı edilemez. 
        Rudolf Arnheim’a (1904-2007 – Sinema Kuramcısı) göre ise film gerçekliğe değil gerçek dışılığa dayanır. Filmde görüntünün kaydedilmesi değil, kullanılması yani nesnelerin düzenlenme biçimleri önemlidir. Film, dünyayı simgeleyebildiği, gerçeklikten soyutlama yapabildiği ölçüde sanat olur. Çünkü sanat herkesin baktığı ama göremediği gerçekleri yorumlayarak ortaya serer.

     Sinema, teknolojinin yanı sıra kendinden önceki birçok sanat dalından da faydalanmaktadır. Günümüzde tiyatro, fotoğraf, roman ve müzik bunlardan bazılarıdır. İçinde diğer sanatları barındıran sinema aslında tüm sanat dallarından oldukça farklıdır. Örneğin sinemayı resimden veya fotoğraftan ayıran en önemli özellik işin içine zaman boyutunun katılmış olmasıdır. Sinemayı tiyatrodan ayıran en önemli özellik ise gerçek mekanlarda geçiyor olması ve kurgu yoluyla anlatımın tiyatroya göre daha zengin olmasıdır. Aslında sinemanın diğer sanatlardan ayrılan en önemli yanı kurgunun sinemaya özgü bir teknik olmasıdır. 

Sovyet Sinema Kuramcısı Eisenstein kurgu masasında

        Bir sinema filminin iyi olması, sinema yaratıcısının hislerini ve düşüncelerini seyirciye ne kadar başarılı bir şekilde aktardığıyla doğru orantılıdır. Bu aktarımındaki başarı ise kurgu yoluyla oluşturulan anlam bütünlüğünün sağlanmasıyla meydana gelir. Sinema yaratıcısının eserinde seyirciye vermek istediği duygu için hangi objelerin art arda getirilmesi veya ne kadar süre ile seyircinin gözlerinin önünde bırakılması tercihleri kurgu ile mümkündür. Film, ölçüleri belirlenmiş dikdörtgen bir yüzeydeki resim içerisinde gerçeklik parçalarını ardı ardına sergiler, anlamı belirleyen ise görüntünün sırası ve süresidir. Ünlü yönetmen Stanley Kubrick’in de dediği gibi “Kurgu, sinemanın kendine has en yaratıcı aşamasıdır.”

     Sinema kuramcıları, sinemanın tiyatro, fotoğraf, roman gibi diğer sanat dallarından ayrı bir sanat dalı olduğunu kanıtlamışlardır. İyi bir sinema yaratıcısı olmak için sinema tarihi ve sinema kuramını bilmek kesinlikle gereklidir. Kuram; “Belirli bir konuyu daha iyi açıklamaya yarayan bir varsayımlar bütünüdür.” Sinema kuramına hakim olmak, sinemayı ve bizimle sinema vasıtasıyla iletişime geçen daha önceki sinema yaratıcılarını daha iyi anlamamıza yardımcı olur. Eleştirel düşünce kabiliyetimizi geliştirdiği gibi yaratıcı düşünme kabiliyetimizi de geliştirir.





     Bu yazımı yazarken faydalandığım “Sinema Kuramları 1 – Beyaz Perdeyi Aydınlatan Kuramcılar” kitabını sinema aşığı herkese şiddetle tavsiye ediyor, kitabın editörü Sayın Zeynep Özarslan’a bizleri böyle bir kitapla zenginleştirdiği için teşekkürlerimi sunuyorum.


23 Mayıs 2015 Cumartesi

İNSANIN KENDİNİ ANLATMA İÇGÜDÜSÜ






   İnsanlık var oluşundan bu yana daima kendini anlatma çabası içerisinde olmuştur. Bu kendini anlatma çabası insanlık için o kadar büyük bir gereksinimdir ki iletişim ismini verdiğimiz olgunun, teknolojik pazarının durumunu göz önünde bulundurduğumuzda kendini anlatma tutkusunun büyüklüğünü daha iyi anlayabiliyoruz. Fikirlerimizi diğer insanlara anlatmak, insanların hayata karşı kendi penceremizden bakmasını sağlamak olağan üstü bir güçtür. İlk bakışta, fikirler insanların mantığına hitap ettiğinde etkili olmaktadırlar diyebiliriz. Fakat insanlar için mantığın yanı sıra duyguların da ne kadar önemli olduğu göz ardı edilemeyecek kadar önemlidir. İnsanlar aynı duyguları yaşadıklarına inandıkları kişilere kendilerini daha yakın hissederler. Bu sebeple insanların hem mantığına hem de duygularına ulaşabilmek iletişimin daha sağlam, daha kalıcı olmasını sağlar. İşte burada sanat, insanların kendilerini anlatma yolunda diğer iletişim yöntemlerinden ayrılmaktadır. Çünkü sanat sayesinde insanları düşündürürken aynı zamanda hissetmelerini de sağlayabilirsiniz. 

   Sanat için yeteneğin gerekliliğini kabul etmeliyiz, çok çalışmanın faydasını ise kimse inkar edemez fakat tarihe de baktığımızda insanların özüne ulaşan, yıllardır değerini kaybetmemiş eserlerin barındırdığı sihir, sanatçının eserinde sahne bulan samimiyetidir. Çünkü insanların duygularına hitap edebilmek öncelikle samimiyet işidir.