25 Aralık 2015 Cuma

HUGO MÜNSTERBERG IŞIĞINDA SİNEMA ve PSİKOLOJİ İLİŞKİSİ


Hugo Münsterberg (1863-1916)


   Hugo Münsterberg (1863-1916, Polonya - Psikolog) sinemanın psikoloji ile etkileşimini incelemiş sinema kuramcılarındandır. Çalışmalarında sinemanın yapısı ve içeriğinin yanı sıra sinemanın insan zihninde bırakmayı hedeflediği etkilerin mühendisliğini de incelemiştir. Bir önceki yazımda bir paragraf ayırdığım, çoğu konuda fikirlerine katıldığım sinemanın ilk kuramcılarından olan Münsterberg’i daha detaylı incelemek, sinemayı daha iyi anlamak açısından da önem arz etmektedir.

   Lumiere Kardeşlerin icat ettiği cinematograph (kamera ve projektörün birleşimi) günümüze kadar gelişerek gelse de çalışma prensibi değişmemiştir. Projeksiyon cihazında, arka arkaya geldiğinde bir hareketin devamlılığını sağlayacak olan her kare değişiminde ekran kararmakta ve bu sırada değişen görüntü perdeye yansıtılmaktadır. Bu, saniyede 24 kez tekrarlanır. Gözümüzün görüntüyü bir süre hafızada tutuyor olması her kare arasındaki çizgileri görmememizi sağlamaktadır. Münsterberg bu olguyu 1916 yılında analiz etmiştir. Devamlılık içeren kareler arasında kurulan zihinsel bir köprü sayesinde bir seri durağan görüntünün hareketli olarak algılandığını belirtir. Görüntüleri algılamamızı sağlayan bu olgu, Yunan alfabesindeki Φ (fi) harfi ile adlandırılarak “fi olgusu” olarak anılmaktadır. 1912’de Max Wertheimer’ın (1880-1943, Çek Cumhuriyeti – Psikolog) çalışmasında bahsettiği “fi olgusu” resimlerin arka arkaya gösterilerek hareket yanılsaması sağlaması anlamına gelmektedir ve sinemanın ilk adımı olarak görülmektedir.




   Sinema filmi içerik olarak bölümlere, bölümler sekanslara, sekanslar sahnelere, sahneler ise planlara bölünerek çekilir ve kurgu ile birleştirilerek seyirciye aktarılır. Münsterberg, birleşimler sonucu meydana gelen sinema filmi bütününün, onu oluşturan parçalardan daha fazlasını ifade ettiğini söyler. Kompozisyon halinde bulunan imgelerin benzerlik, yakınlık, süreklilik, ve şekil ilişkisine bağlı olarak insan zihni tarafından yeniden düzenlenerek algının oluştuğunu savunur. Seyirci, farklı olaylar arasındaki bağlantıyı kendi birikiminde var olan değerler ile kıyaslayarak, zamansal, mekânsal veya nedensel olarak çözümler. Sergei Eisenstein (1898-1948, Letonya - Sinema Yönetmeni ve Kuramcısı) bir adım daha ileri giderek, kurgunun gücünü ortaya koymak adına bir planın anlamına “a” diğer planın anlamına “b” dersek, iki planın arka arkaya gösterilmesi sonucu “a” ve “b” anlamlarından bağımsız bir “c” anlamının ortaya çıkacağını iddia eder. “a” ve “b” anlamlarının tek başlarına hiçbir şey ifade etmeyeceğini savunur. Buna karşılık usta sinema yönetmeni Andrey Tarkovski (1932-1986, Rusya) ise “c” anlamının “a” ve “b” planlarının anlamından bağımsız olduğunun düşünülemez olduğunu ifade eder. Ayrıca “a” ve “b” planları da anlam olarak içlerinde derin anlamlar barındırabilirler. Nuri Bilge Ceylan (1959-, Türkiye) gibi usta yönetmenlerin bir planla ne kadar çok şey anlatabildiklerini keşfettiğimizde gerçek sinemanın büyüsüyle tanışmış oluruz.

Nuri Bilge Ceylan - İklimler (2006)
Üstadın çok şey anlatan planlarından bir örnek

   Münsterberg, sinemanın asıl amacının duyguları resmetmek olduğunu savunur. Yönetmenin özgünlüğünün imzasını taşıyan sinemasal estetik, dış dünyaya ait imgelerin yorumlanmasıyla yeniden şekillenerek seyircinin iç dünyasına olan yolculuğa sebep olur. Sinema, gerçeğin üstesinden gelmekteki başarısını, anlamlı bir dramatik öyküyü soyutlaştırabilmesine ve gösterim esnasında seyirciyi gerçek hayattan uzak tutarak, sunduğu imgelerin uyumundan haz almasını sağlayabilmesine borçludur. Film sanatı, kişinin duygularına seslendiği için nesnel dünyadan bağımsız nitelenmelidir. Hiçbir sanat eseri yoktur ki; tamamen nesnel olsun, yaratıcısının duygularını taşımasın.

   Münsterberg sinemanın, hayatın gerçeklerinden soyutlanan görüntülerin insan zihninde kişisel algıya dayalı olarak yeniden şekillendiğini ve apayrı bir dünyaya dönüştüğünü ifade eder. Sanatta biçimcilik, bir sanatsal yapıtta anlatılan konu yerine onun işleniş biçiminin sanatı oluşturduğu şeklinde ifade edilebilir. Sinema tarihine bakıldığında aynı konuların tekrar tekrar anlatıldığını görürüz. Hatta aynı senaryoların tekrar tekrar film yapıldığına bile şahit oluruz. Fakat konular hatta senaryolar aynı olmasına rağmen izlediğimiz filmler bizde farklı duygusal tepkilere yol açar, mutlaka birini diğerinden daha çok beğeniriz. İşte bunun sebebi sinemanın öznel, özgün bir sanat olmasıdır. Aynı konuyu yüz farklı yönetmen film yapsa yüz farklı film ortaya çıkacaktır. Bu sebeple eserin yaratıcısının duygularıyla işlenmesi özgün bir eser oluşturması açısından büyük önem taşımaktadır. Konunun değil konunun anlatımının özgün olmasından dolayı sinemanın anlatış biçimi sanatı oluşturur. Aksi halde sinema seyirlik teknolojik bir video olmaktan öteye gidemeyecektir. Tüm bu özgünlüğüne rağmen elbette ki her sinema filmine sanat diyemeyiz. Psikolog ve sanat eleştirmeni olan Rudolf Arnheim’a (1904-2007) (Aynı zamanda Max Wertheimer’ın öğrencisidir) göre sinema, sanatsal sonuçları olabilen bir olgudur. Ancak bu olgunun sanatla sonuçlanma zorunluluğu bulunmamaktadır.


   Sinemada anlatım tarzının özgünlüğünün önemine değinirken anlatılan olayın seyirciyi etkilemesinin de oldukça önemli olduğunu göz ardı edemeyiz. Film mutlaka bir olay anlatmalı ve anlatılan konu üzerine şekillenmelidir. Perdede görülen oyuncuların hareketleri ve derinlik duygusu, tek başına basit bir görsel malzemedir. Bu görsel malzemenin seyircinin ilgisini ayakta tutabilecek fikirlerle zenginleştirilmesi gerekir. Seyirci için anlamı olan, hayal gücünü harekete geçirebilecek, daha önceki deneyimlerini uyandırabilecek, karışık duygular içine sokabilecek, düşünceye sevk edecek, süreklilik yaratan senaryo örgüsü ile donatılarak işlenmiş bir film, seyircinin dikkatini çekebilir. Freudien sinema yaklaşımı, seyircinin pasif konuma oturtularak, düş görür gibi bir aktivite içinde olduğunu ileri sürmüştür. Fakat Münsterberg, psikolojik ilkelerin sinemaya uyarlandığında seyircinin pasif konumda olmayacağını, izleyici ile izlenenin karşılıklı etkileşim içinde olacağını savunmuştur. Filmin işleniş biçiminde filmin yaratıcısının duygularının özgünlüğünden bahsederken seyircinin duygularının da özgün olduğunu atlamamak gerekir. Bir filmi milyonlarca kişi izlediğinde filmin seyircilerde bıraktığı duygu da kişiden kişiye değişmektedir. Sinema filmi belli bir zaman zemini üzerine yayılmış olduğundan film süresince seyirciye duyguları arkadaşlık etmektedir. Yani seyirci sinema filmi ile karşılıklı diyalog halindedir.



   Seyircinin algısının açık tutulması için dikkat sürekli bir yerden diğerine yönlendirilmelidir. Sinemanın tiyatrodan ayrılan başlıca özelliklerinden biri de yönetmenin, seyircinin dikkatini yönlendirebiliyor olmasıdır. Seyircinin algıladığı eser, yönetmenin ekranın sınırları içinde seyirciye gösterdiği görüntü kadardır. Yönetmen gerek seyirciye gösterdikleriyle gerekse de göstermeyip sezdirdikleriyle seyirciyi yönlendirebilir. Görüntü bombardımanı olan sinemada yakın plan veya ayrıntı olarak adlandırılan çekim ölçeği duyguların daha coşkun ve belirgin yaşanmasına sebep olur. Örneğin performans sahnelerinde yakın plan çekimlerde oyuncunun yüzü, neredeyse tüm perdeyi kaplayarak mimiklerle duyguların aktarılmasına izin vermektedir. Sinemadaki görsel dünyanın yakın görüntüsü, nesnelerin ve ifadelerin özgün bakış açısıyla aktarılmasıdır.
Detay plan, sanki bize hayatın detaylarda gizli olduğunu, bazen bizim o detayları kaçırdığımızı fakat sinemanın bu detayları bize gösterme gücünün olduğunu anlatır. 

   Başarılı bir filmin kendine has bir atmosferi vardır. Sinemada atmosfer yaratmak, seyirciyi o atmosfere dahil etmek seyircinin filmin içine girmesi açısından büyük önem taşır. Bu atmosferi yaratmanın iki yolu vardır. Birincisi sesin kullanımı, ikincisi ışığın kullanımı.

  Sinemada sesin veya müziğin kullanımının en önemli amacı seyirciyi filmdeki gelişmelere hazırlamaktır. Sinema yaratıcısı, kullandığı müzik tarzıyla hangi psikolojiye bürünmesi gerektiğini seyircinin kulağına fısıldar. Böylece seyircinin hazırlanmış psikolojisi filmin gelişen olgularına daha açık olacaktır.
   Sinemada doğru ışık kullanımı plandaki renk tonlarını belirlemektedir. Filmin hikayesine uygun renk tonlarını yakalanmasıyla seyircide uyanan duygular filmle ahenk içinde olacaktır. Filmin atmosferini görsel olarak yakalayan seyircinin filmin içine girmesi çok daha kolaylaşır. Ayrıca doğru ışık kullanımıyla filmdeki karakterlerin kişilikleri, psikolojileri hakkında da seyirciye ip uçları verilebilir. Örneğin yalnızlık psikolojisi içindeki bir karakterin loş bir ışıkta daha sade renklerle sunulmasıyla, seyircinin bilinçaltında bu karakterin dünyasıyla özdeşleşmesi sağlanacaktır.

   İyi işlenmiş bir senaryonun oluşması için iyi işlenmiş karakterlerle doldurulması gerektiği gerçeğini unutmamamız gerekir. Her karakter bir birey, bir dünyadır. Bu sebeple karakterler ince ince işlenmelidir. Her karakterin bir geçmişi, bir kişiliği, bir düşüncesi vardır. Bir karakter kötülük yapıyorsa bile kendine göre haklı sebepleri olmalıdır.
   İyi bir sinema yaratıcısı, ister senarist olsun ister yönetmen olsun insanı iyi bilmesi gerekmektedir.
İyi bir senaryo yazarının oluşturduğu karakterler, psikolojik temeller üzerine kurulmuş olmalıdırlar. Karakterlerin geçmişlerinin, kişilikleri üzerinde nasıl bir etki yaratacağını, diğer karakterlerle ilişkilerinde her hareketlerinin her sözlerinin belli bir psikolojik bilincin etkisiyle şekilleneceğini belirlemek adına senarist için insan psikolojisini bilmek çok önemlidir.
   Karakterlerin yüzlerindeki ifadeler veya konuşma şekilleri belli psikolojik etkilerin yansıması olmalıdır. Örneğin utangaç biri sessiz bir şekilde konuşur veya duygulanan karakterin sesi titremelidir, tüm bunlar karakterlerin psikolojik durumlarının çözümlenmesiyle alakalıdır. Bu sebeple yönetmenlerin de insanları iyi gözlemlemiş ve psikolojinin insan davranışları üzerindeki etkisini iyi tahlil etmiş olmaları gerekir. Yönetmen kendi filmindeki psikolojinin yanı sıra seyircinin psikolojisini de düşünmelidir. Konuyu işleyiş tarzıyla seyirciyi etkilemeyi bilmelidir. Kamerayı konumlandıracağı noktanın, alacağı açının seyirci psikolojisi üzerinde yaratacağı etkiyi iyi analiz etmelidir.

   Sinema ve psikoloji ayrılmaz bir bütündür. Sinema ve psikoloji, tarih boyunca etkileşim halinde olmuştur. Çünkü psikoloji sinemanın içindedir, sinema eserini şekillendirir; sinema da seyircinin psikolojisini şekillendirme gücüne sahiptir.

    Sinema; insanı inceleyen, insanı insanla anlatan büyüleyici bir sanattır. Sinema, insan içindir.




23 Kasım 2015 Pazartesi

SİNEMANIN DOĞUŞU ve FİLM KURAMI

     
     İletişim, canlılar için vazgeçilmez bir içgüdüdür. İnsanlık için ise bir ihtiyaçtır. İletişim, mesafeler arası bir paylaşım olabileceği gibi kuşaklar (zamanlar) arası bir paylaşım da olabilir. İnsanlık tarihinde zamanlar arası iletişimin sağlanması için kalıcılık önemli bir kavramdır. Kalıcılık ise sanatla mümkündür. Örneğin mağara duvarlarında bulunan şekiller, o çağlardan günümüze iletişim kurulmasını sağlayan birer araçtır. Bu araçları sanat olarak kabul etmek tartışılsa da her şeyin bir başlangıcının olduğunu düşünürsek, bu kalıntıların da sanatın başlangıcı olduğunu kabul edebiliriz. Belki bilgi bırakmak için belki de sadece eğlenmek için bırakılan bu eserlerin oluşumundaki insan psikolojisinin derinliklerine inelim.

     Büyük sinema kuramcılarından Andre Bazin’in (1918-1958) de dediği gibi; “Mısır’daki mumyalar aslında insanların ölüme karşı çıkışlarının bir yansımasıdır.” Ölümün fizyolojik etkilerini (artık nefes almamak, bilincini kaybetmek, çürüyüp gitmek vb.) bir kenara bırakırsak ölümün asıl korkutucu tarafı bir gün tamamen unutulacak olmamız, ismimizin dahi kimse tarafından anılmayacak olmasıdır. Her canlı için ölüm kaçınılmazdır fakat fikirler, eserler insanlık tarafından değer gördüğü müddetçe sonsuza kadar kalıcı olabilirler. İyi bir eser bıraktığımızda o eser, fikirlerimizi, yaşadığımız çağda dünyayı nasıl gördüğümüzü, neler düşündüğümüzü bizden yıllar sonra yaşayacak nesillere aktaracaktır.
  Sanatın büyülü yanlarından biri de, teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin insanın bir eser bırakmaktaki içgüdüsünün değişmiyor olmasıdır.  Teknoloji sadece sanatın yapılma şeklini, insanların kendilerini ifade etme şekillerini değiştirebilir, fakat sanat yapma içgüdülerinin altındaki kaygılarını, gayelerini değiştirmemiştir.

     Her icadın ortaya çıkışındaki temel sebep gibi, sinemanın temel ögesi olan kameranın da icadı bir merak, bir ihtiyaç sonucu ortaya çıkmıştır. Edward Muybridge’in 1879’da Amerika’nın Palo Alto bölgesinde dörtnala giden bir atın dört ayağının birden yerden kesilip kesilmediğini iddiasını kanıtlamaya çalışması sinema için önemli bir başlangıç olur.

Bir at için küçük Sinema için büyük bir adım

   İnsanlık için büyük önem taşıyacağı öngörülen bu makinenin icadı için dünyanın çeşitli yerlerinde ciddi çalışmalar gerçekleştirilmiştir. Bu çalışmaların en önemlilerinden biri, Thomas Alva Edison ve yardımcısı William K. L. Dickson’ın 1890 yılında motor ile çalışan ve hareketli resimleri kaydedebilen bir makine geliştirmesidir. Bu makineye “kinetograph” adı verilir. “Kine” hareket, “graph” yazmak demektir. Yani bugünkü sinema kelimesi aslında hareketin yazılması anlamındaki bu icattan gelir. O tarihlerde, dünyanın farklı bölgelerinde yaşamakta olan mucitler bu konuyla alakalı birçok aygıt icat etmiş olsalar da, 1895 yılında sadece hareketli resmi kaydetmekle kalmayıp ilk sinema gösterimini gerçekleştiren yani Cinematographe’ı (kamera ve projektörün birleşimi) icat eden Fransız, Auguste (1862-1954) ve Louis (1864-1948) Lumiere Kardeşler sinemanın babaları olarak kabul edilirler.  Lumiere Kardeşler, 28 Aralık 1895’te Paris’te des Capucines bulvarındaki Grand Cafe’de ilk ticari kitlesel film gösterimini gerçekleştirmişlerdir. İlk kitlesel film gösteriminin yapıldığı tarih, sinemanın başlangıcı olarak kabul edilir. 

Lumiere Kardeşler

     İlk film gösteriminde günlük hayattan alınan görüntüler seyirciye sunulmuştur. Bir süre gerçek hayatı olduğu gibi seyirciye sunan sinema, seyirciler için artık çekiciliğini yitirecektir ki sihirbazlık geçmişinin tecrübelerinden faydalanan George Melies (1861-1938) birçok sinemasal hile icat eder. 1902 yılında “Aya Seyahat” isminde fantastik bir film çeker. Melies, kullandığı öykü anlatımı tekniğinin yanı sıra insanlar, filmdeki hilelerin aslında nasıl yapıldığını çözmeye çalışmış ve bu sayede de seyircinin ilgisini filme çekmeyi başarmıştır. 

"Ay'a Seyahat" 1902 yılında çekilmiş zamanının ötesinde bir film

   Böylece sinema tarihindeki ve de kuramlarındaki o temel ayrım ortaya çıkmıştır; Gerçekçi Eğilim ve Biçimci Eğilim.

     Hugo Münsterberg’e (1863-1916 – Psikolog) göre sinema, öykü sayesinde izleyicilerde merak uyandırır. Hareket eden cisimlerin daha fazla dikkat çektiğini vurgular. George Melies’in başardığı gibi izleyicinin dikkati sürekli canlı tutulmalıdır, bu nedenle de filmdeki olay örgüsü önemlidir. Münsterberg’e göre sinemanın asıl amacı duyguları resmetmektir. Bir filmin başarısı ise seyircide filmi izlerken oluşan kendilerine özgü duygular uyandırmasıdır. Bu sebeple filmde oyuncunun verdiği duygular önemlidir fakat izleyici de kendi yaşantısından yola çıkarak bunları yorumlamalı, kendi duygu dünyasında bir şeyler uyandığını fark etmelidir.

     Bazin; “Sinema, gerçekler dönüştürülerek değil, gerçeklerden seçme yapılarak oluşturulur.” demiştir. Oysa sinema, gerçeğin kurgulanmasıyla, sinema yaratıcısının gerçeği kendine göre yorumlamasıyla oluşan bir sanattır. O yüzdendir ki her sanatta olduğu gibi sinemada da özgünlük çok önemlidir. Özgünlük için kişisel bakış açısı, kişisel yorum gerekir. Kurmaca sinemada sinema yaratıcısının yorumunun varlığı ve gerekliliği göz ardı edilemez. 
        Rudolf Arnheim’a (1904-2007 – Sinema Kuramcısı) göre ise film gerçekliğe değil gerçek dışılığa dayanır. Filmde görüntünün kaydedilmesi değil, kullanılması yani nesnelerin düzenlenme biçimleri önemlidir. Film, dünyayı simgeleyebildiği, gerçeklikten soyutlama yapabildiği ölçüde sanat olur. Çünkü sanat herkesin baktığı ama göremediği gerçekleri yorumlayarak ortaya serer.

     Sinema, teknolojinin yanı sıra kendinden önceki birçok sanat dalından da faydalanmaktadır. Günümüzde tiyatro, fotoğraf, roman ve müzik bunlardan bazılarıdır. İçinde diğer sanatları barındıran sinema aslında tüm sanat dallarından oldukça farklıdır. Örneğin sinemayı resimden veya fotoğraftan ayıran en önemli özellik işin içine zaman boyutunun katılmış olmasıdır. Sinemayı tiyatrodan ayıran en önemli özellik ise gerçek mekanlarda geçiyor olması ve kurgu yoluyla anlatımın tiyatroya göre daha zengin olmasıdır. Aslında sinemanın diğer sanatlardan ayrılan en önemli yanı kurgunun sinemaya özgü bir teknik olmasıdır. 

Sovyet Sinema Kuramcısı Eisenstein kurgu masasında

        Bir sinema filminin iyi olması, sinema yaratıcısının hislerini ve düşüncelerini seyirciye ne kadar başarılı bir şekilde aktardığıyla doğru orantılıdır. Bu aktarımındaki başarı ise kurgu yoluyla oluşturulan anlam bütünlüğünün sağlanmasıyla meydana gelir. Sinema yaratıcısının eserinde seyirciye vermek istediği duygu için hangi objelerin art arda getirilmesi veya ne kadar süre ile seyircinin gözlerinin önünde bırakılması tercihleri kurgu ile mümkündür. Film, ölçüleri belirlenmiş dikdörtgen bir yüzeydeki resim içerisinde gerçeklik parçalarını ardı ardına sergiler, anlamı belirleyen ise görüntünün sırası ve süresidir. Ünlü yönetmen Stanley Kubrick’in de dediği gibi “Kurgu, sinemanın kendine has en yaratıcı aşamasıdır.”

     Sinema kuramcıları, sinemanın tiyatro, fotoğraf, roman gibi diğer sanat dallarından ayrı bir sanat dalı olduğunu kanıtlamışlardır. İyi bir sinema yaratıcısı olmak için sinema tarihi ve sinema kuramını bilmek kesinlikle gereklidir. Kuram; “Belirli bir konuyu daha iyi açıklamaya yarayan bir varsayımlar bütünüdür.” Sinema kuramına hakim olmak, sinemayı ve bizimle sinema vasıtasıyla iletişime geçen daha önceki sinema yaratıcılarını daha iyi anlamamıza yardımcı olur. Eleştirel düşünce kabiliyetimizi geliştirdiği gibi yaratıcı düşünme kabiliyetimizi de geliştirir.





     Bu yazımı yazarken faydalandığım “Sinema Kuramları 1 – Beyaz Perdeyi Aydınlatan Kuramcılar” kitabını sinema aşığı herkese şiddetle tavsiye ediyor, kitabın editörü Sayın Zeynep Özarslan’a bizleri böyle bir kitapla zenginleştirdiği için teşekkürlerimi sunuyorum.


23 Mayıs 2015 Cumartesi

İNSANIN KENDİNİ ANLATMA İÇGÜDÜSÜ






   İnsanlık var oluşundan bu yana daima kendini anlatma çabası içerisinde olmuştur. Bu kendini anlatma çabası insanlık için o kadar büyük bir gereksinimdir ki iletişim ismini verdiğimiz olgunun, teknolojik pazarının durumunu göz önünde bulundurduğumuzda kendini anlatma tutkusunun büyüklüğünü daha iyi anlayabiliyoruz. Fikirlerimizi diğer insanlara anlatmak, insanların hayata karşı kendi penceremizden bakmasını sağlamak olağan üstü bir güçtür. İlk bakışta, fikirler insanların mantığına hitap ettiğinde etkili olmaktadırlar diyebiliriz. Fakat insanlar için mantığın yanı sıra duyguların da ne kadar önemli olduğu göz ardı edilemeyecek kadar önemlidir. İnsanlar aynı duyguları yaşadıklarına inandıkları kişilere kendilerini daha yakın hissederler. Bu sebeple insanların hem mantığına hem de duygularına ulaşabilmek iletişimin daha sağlam, daha kalıcı olmasını sağlar. İşte burada sanat, insanların kendilerini anlatma yolunda diğer iletişim yöntemlerinden ayrılmaktadır. Çünkü sanat sayesinde insanları düşündürürken aynı zamanda hissetmelerini de sağlayabilirsiniz. 

   Sanat için yeteneğin gerekliliğini kabul etmeliyiz, çok çalışmanın faydasını ise kimse inkar edemez fakat tarihe de baktığımızda insanların özüne ulaşan, yıllardır değerini kaybetmemiş eserlerin barındırdığı sihir, sanatçının eserinde sahne bulan samimiyetidir. Çünkü insanların duygularına hitap edebilmek öncelikle samimiyet işidir.